Şehirlerin de insanlar gibi kaderi var mıdır? Mekânın ruhu olduğuna göre şehirlerin kaderi olması da normaldir herhalde… Şehirlerin kaderine en çarpıcı örnek Taif ile Medine kentleridir. Malum Peygamberimiz çekilen zulümden uzaklaşmak ve tebliğini daha etkili yapabilmek için Mekke’den ayrılmaya karar verdiğinde önce Taif’e gitmişti. Fakat Taif’liler O Yüce insanı taşlarla ve hakaretlerle karşıladılar. Daha sonra Medine’ye hicret etti. Medine’nin bu yüce gönüllülüğü, şehri münevver (nurlu, aydın) yaparak İslam âleminin ana ziyaret mekânlarından bir haline getirmişken, Taif ayağına kadar gelen kısmeti taşlayarak uzaklaştırmanın yalnızlığını sürekli yaşayacaktır.
Kerkük seyahatinde bunları düşündüm. Kerkük’ün geçmişte yaşadıkları, yoğun hüzün, gözyaşı ve mücadele Şehri ne kadar kederli ve bedbaht hale getirmiş. Zaten bu keder, neşeli Kerkük türkülerinin içine saklanmış. Kerkük hem neşe, hem hüznü aynı anda gösterebilme yeteneğine sahip bir kültür… Hem zenginliğin hem de fakirliğin aynı anda yaşandığı gibi… Hayatı mutlu geçmeyen insanlar için ne kadersiz bir insan denir ya… Aynen onun gibi Kerkük Şehri’nin geçmişte yaşadıklarına bakınca ne kadersiz bir şehirmiş diye düşünüyor insan…
Eski kıtada, geçiş güzergahında bulunan bir coğrafya olmasından dolayı tarih boyunca çok sayıda medeniyetin hakimiyetine giren Kerkük, Osmanlı döneminde nüfus olarak Türklerin çoğunlukta olduğu bir şehir haline gelmiş. On dokuzuncu yüzyılın sonunda petrolün bulunması ve Kerkük’ün Avrupa devletlerinin yamyamca iştahına yem olması bile Kerkük’ün bir Türk şehri olmasını değiştirmemiş. Hatta Saddam’ın insanlık dışı zulmü de Kerkük’ün ana dokusuna zarar vermemiş.
Kerkük, (Musul’la birlikte) Lozan görüşmelerinin de en çetin konularından bir tanesiymiş. Uzun müzakereler sonucu Lozan’da sonuç alınamayınca Birleşmiş Milletlere havale edilen Kerkük meselesi İngiltere’nin baskısıyla Türkiye’nin aleyhine sonuçlanmış ve şehir maalesef Irak’a bırakılmış. Genç Türkiye Cumhuriyeti sert tepki göstermiş. Ancak yapacağı çok da bir şey yokmuş. Çünkü bir tarafta savaşın yorgunluğu, Güneydoğu’da çıkan isyanlar, ekonomik sıkıntılar, uluslararası alanda yalnızlık Türkiye’nin direncini kırmış ve Kerkük’ü kaybetmişiz.
Şehir Türklerin hâkimiyetinden çıktıktan hemen sonra, petrol şehrin kaderinde en belirleyici faktör olmaya başlamış. Baba Gürgür bölgesinde yapılan sondajlarda adeta bir ırmak gibi akan petrol yatakları bulunmuş. Halen açık arazide farklı noktalarda 1927 yılından bu yana sönmeden yanan ateşler şehre gelen ziyaretçileri karşılıyor.
“Yer altında sessizce yatan zenginliğin, yer üstünde zalimce yakıcı ateşin şehri” benim Kerkük için yaptığım tanım.
Kürtlerin Kerkük politikası, Erbil’in göz alıcı gelişmişliği, Türkiye’nin Kürt ve Kerkük politikasındaki çelişkiler, Filistin için ağlayan Türkiye’nin Kerkük’lü Türkmenlere karşı duyarsızlığı, bizim ziyaret ettiğimiz tarihte Irak Türkmen Cephesi sorumlusu Zahid İsmail’in şehit edilmesi haberinin Türkiye’de zerre kadar gündemde yer almaması gibi hususlar aklımda dönüp duruyor.
Osmanlı bakiyesi olarak nitelendirilebilecek ziyaret ettiğim her şehirde sorumluluğumuzun ne kadar fazla olduğunu görüyorum. Türkiye güçlü olmak zorunda... Çünkü farklı çıkarların çatıştığı, farklı etnik kökenlerin hâkimiyet mücadelesi verdiği, farklı inançların yayılmaya çalıştığı, farklı uluslararası güçlerin hesaplaştığı bu coğrafyada farklılıkların değil ortak değerlerin ön plana çıkarılarak çözüm bulunabileceğine inanıyorum. Kesişim alanımız ne kadar geniş olursa çözüm bulma imkânımız o derece artacaktır. Bölgemizde bunu yapabilecek tek güç Türkiye’dir. Allah Türkiye’mize güç, basiret ve dirlik versin.