Gezmeyi sevenlere mutlaka Ankara’nın Kızılcahamam İlçesine gitmelerini tavsiye ederim. Tabi Kızılcahamam’ı gezmek için değil… Leyleklerin uğrak yeri olan ilçeye bu mevsimde gidenler çok sayıda leyleği havada görebilir.
Tecrübeyle sabittir efendim. 15 gün önce Kızılcahamam’a gitmiştim. O tarihten bu yana dokuz ülkeden, yirmi üç farklı şehir gezdim. Halen geziyorum. Yazımı da Üsküp’ten yazıyorum.
Farklı ülkeler, farklı kültürler vea yaralı şehirler… Yarasını sarmaya çalışan şehirlerde, yarayı sararken hissedilen acının iniltisini duyabiliyor insan. Bu inlemenin bile ruhuma verdiği ıstırap ağır gelirken bu şehirler yaralanırken çıkan çığlık nasıldı kim bilir?
Her ülkenin, hatta her şehrin ayrı bir ruhu var. Mekanın ruhunu biraz anladım gibi… İbn-i Haldun coğrafya kaderdir demiş ya… On beş gündür farklı kaderlere şahit olarak kâh kederleniyor, kâh mutlu oluyorum.
Irak’ın güneybatısında bulunan Nasıriye halkı on beş Şabanı kutluyor. Onlarca, belki yüzlerce kilometrelik mesafeleri yürüyerek kutsal mekânlara ulaşıyorlar. Onlar on ikinci imam Mehdi Muntazır’ın doğum gününü anarken, Bosna Hersek’in kuzeyindeki Srebrenica halkı yaşadıkları katliamın on yedinci yıldönümünü anıyorlar. 1995 yılının 11 temmuzunda barış gücü oluşturulmuş. Bu barış (!) gücü, güvenli (!) bölge diye topladığı Boşnakları bir araya getirip katledilmelerine göz yummuş. Tam yedi bin kişiyi katletmişler.
Bağdat yıkık, dökük caddelerini ve onurunu tamir etmeye çalışırken, Belgrat Nato tarafından bombalanan bir adet binasını bir müze gibi saklıyor. Gelenlere acılı yüz ifadesiyle bu binayı gösteriyorlar. Oysa Saraybosna’da yaşananlar 18 yaş altı çocukların yanında anlatılamıyor. Şehirdeki birçok bina bomba ve kurşun yarası almış. İnsanların gönüllerindeki yara da halen yüzlerinden okunabiliyor.
Tiran Enver Hoca’nın korku psikolojisinin getirdiği fakirlikten mafyavari bir zenginliğe doğru savruluyor. İnsanlar tedirgin.
Karadağ Cumhuriyeti dağlarla denizin buluştuğu doğa harikası topraklarında Sırbistan’dan ayrılmanın mutluluğunu yaşıyor. Bar, Budva ve Kotor gibi sahil kale şehirlerinde doğal ve tarihi güzelliklerini büyük gemilerle gelen turistlere sunuyor.
Dubrovnik bağlı olduğu Hırvatistan’la sınırının olmamasından çok da rahatsız değil. Genlerindeki diplomasi ruhu tarihin derinliklerinden gelen bir özgüven oluşturmuş. Şehirlerini koruyarak dünya çapında bir üne kavuşmuşlar. Tüm Balkanlara hakim olan Osmanlı zamanında bile vergiyi vermişler ama kendi cumhuriyetlerini yaşatmışlar.
Makedonya doğrudan Sırp zulmüne uğramamanın sayesinde acı yaşamamış. Bosna gibi topraklarında Sırplar olsaydı onlar da çok acı yaşardı. Ama onların başı da Yunanistan ile dertte. Yunanistan rahatladığı ilk fırsatta onların huzurunu kaçırabilir. Üsküp’ün çok kültürlü ve çok dinli yapısı bir anda tersine dönebilir. Ohrid’in ruhu dinlendiren huzuru kaçabilir.
Makendonya’nın Manastır kenti ayrı bir ruh taşıyor. Atatürk’ün okuduğu Askeri Rüştiye İdadisi’ne giden herkes duygulanıyor. Resne’li Niyazi Paşa dağlarda çetelerle savaşmaktan hiç oturamadığı sarayını sanki bugünkü ziyaretçiler için yaptırmış. Çetelerle savaş dolu, idealist bir hayatın ardından karanlıkta çıkan arbedede kendi korumasının silahından çıkan kurşunla hayatını kaybeden paşa “pisipisine gitti bizim Niyazi” darb-ı meselinin de kaynağı. Ama dağlarda devleti savunmak için meşakkat içinde geçen bir hayat nasıl son bulursa bulsun pisipisine bir son olmaz herhalde…
Taaa 1300’lü yıllarda Murat Hüdavendigar ile başlayan Osmanlı’nın eserleri bölgenin her köşesinde ziyaretçileri selamlıyor. Bazı yerlerde bakımsızlıktan hafif bir mahzunluk olsa da ruh cap canlı ayakta duruyor. Cami, bedesten ve medresenin bir arada olması maddi, ilmi ve manevi dünyayı iç içe geçirmiş. Yeniçerilerin toplandıkları Bektaşi tekkeleri ayakta, Halveti dergahı açık. Her şeyi yok eden Belgrat’ta bile bir cami ile bir türbe kalmış.
Irak çöl iken balkanlar yemyeşil… Zaten öz Türkçe bir kelime olan Balkan sık ormanlık ağaçların bulunduğu sıra dağlar demekmiş. Rumeli zaten öz Türkçe bir kelime…
Mostar kenti yarası en ağır olanlardan. Çünkü kalbinden yara almış. Mostar Köprüsü sadece Balkanların değil tüm coğrafyanın kalbi konumunda. Çünkü Türkler’e Avrupa yolunu Mostar Köprüsü açmış. İki yakadaki Müslüman ve Hristiyan halkı birbirine bağlaması da ayrı bir ruh katmış köprüye. Kinden beslenenler birçok girişime rağmen yıkamamışlar. Sonunda köprünün altından attıkları bombalarla yıkmışlar. Yıkılmış ama bu asil yapı ruhunu kaybetmemiş. Eskisinden daha şöhretli ve vakur duruşuyla Türklerin Balkanlarda mevcudiyetini ve gücünü sembolize etmeye devam ediyor.
Yaralı şehirler yaralarını sarmaya çalışıyor. Bağdat’tan Saraybosna’ya kadar yaralarını sararken tabi ki acı çekiyorlar. Acı çekerken içli içli inliyorlar. Duyabiliyor musunuz?