“Türkiye, İhraç Etmek İçin İthal Etmek Zorunda Kaldı”
Geçmişten günümüze ekonomideki durum nedir?
Türkiye’nin bugün yaşadığı problemler, akşamdan sabaha birden bire oluşmadı. 1970’lerin sonunda fakat özellikle 1980 dönüşümünden sonra, daha sonra 1989’da yapılan sermaye hareketlerinin tamamıyla serbestleştirilmesi, finansal sistemin artık belirleyici rol oynadığı bir döneme girilmesi ve nihayetinde de 1998 yılında IMF ile yakın izleme anlaşması imzalayıp, artık IMF ile bir stand-by, geleneksel istikrar paketi programlarına ihtiyaç olmadan IMF’nin ve yurt dışındaki uluslararası meşhur derecelendirme kuruluşlarının gözetimine Türkiye ekonomisinin tamamıyla açıldığı dönemlerin ürünüdür bu yaşadıklarımız.
2001 krizinin hemen arkasından Türkiye bir dizi yapısal dönüşüm gerçekleştirdi. Bunların arasında Merkez Bankası’nın bağımsızlığı, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu, Sermaye Piyasası Kurulu, Rekabet Kurulu gibi piyasaya yön veren kurulların güçlendirilmesi, hayata geçirilmesi ekonomik iktisadi kurumların oluşturulması, güçlendirilmesi yolunda çok önemli adımlar atıldı. Türkiye kısa sürede bunların meyvelerini gördü.
Türkiye, göreceli olarak ‘başarılı, güçlü’ reformları uyguladığı için de ulusal ve uluslararası alanda önemli güvenilir bir yer edindi kendisine. Onun cazibesiyle bu uluslarası sıcak para artı Türkiye’nin göreceli olarak o dönemlerde verdiği yüksek faiz ile birleşince Türkiye’ye oluk oluk sıcak para gelmeye başladı.
Reel sektör bu durumdan nasıl etkilendi?
Özü itibariyle kalitesiz olan bu sıcak para akımları, Türkiye’de kalıcı döviz girişleri anlamına gelmiyordu. Bu geliş ve gidişler de aşırı oynaklık ve belirsizlik yarattı. Hem de yoğun miktarlardaki döviz girişi, dövizin fiyatını ucuzlattı. Dövizin fiyatının uculaması önce herkesin hoşuna gitti. Çünkü ithal mallar ucuzluyordu TL bazında, enflasyonun da kontrolünü kolaylaştırıyordu.
Dayanıklı tüketim ithal malları, cep telefonları her türlü ithal malı dolar bazında ucuzlamış oldu. Sıcak para girişleri bir yandan da dış borçlanmayı özendirdi. Doğrudan doğruya, reel üretici kesimi, sanayici de, hizmet sektörü de, tarım da; kendi bankaları aracılığıyla değil doğrudan doğruya yurtdışından borçlanmaya girdi. Böylece IMF’nin rolü bambaşka bir hale büründü. Türkiye oluk oluk döviz bolluğuna kavuştu. Bu resim kabaca 2008’e kadar devam etti. 2008’e kadar Türkiye’de dövizin, doların reel maliyeti yani enflasyondan arındırılmış reel maliyeti neredeyse yarı yarıya düştü. Bu, ithalatı, dış borçlanmayı özendirdi. Sanayi aşırı derecede ithalata bağımlı hale geldi.
“İMALAT SANAYİNİN MİLLİ GELİR İÇİNDEKİ PAYI DÜŞTÜ”
İthalata bağımlılıktan kastınız ara malı ve hammadde mi?
Kesinlikle. özellikle geleneksel sanayilerimiz; gıda, tekstil, giyim, cam ve toprağa dayalı sanayiler, çimento, demir-çelik gibi geleneksel ihracatçı sektörlerimiz ve her türlü hammadde, ara malı, makine teçhizat ve yatırım malı gibi mallar; Çin, Avrupa Birliği, Mısır, Pakistan, Hindistan gibi nerede ucuz hammadde, ara malı, yatırım malı varsa Türkiye’ye akmaya başladı.
Şimdi teker teker bütün sektörlerde bu oldu. O dönemin yıldızı -hala da böyledir- otomotiv sanayidir. Fakat otomotivde yerli otomobil markamız yok. Ara malı parçaları Türkiye’ye ucuz ithalat ediyor, montaj hattında çok küçük katma değerle Gümrük Birliği’nin olanaklarından yararlanarak Avrupa’ya gönderiyoruz. Türkiye, ihraç etmek için ithal etmek zorunda kalan bir ülke oldu. İthal etmeden üretim yapamayan, ithal etmeden ihracat yapamayan bir sanayi startejisine doğru sürüklendik.
Yerli ve milli tasarımı, imalatı geliştirmek, katma değerli ürünlere yönelmek için reçete neydi size göre?
O dönemden bugüne sanayinin izlediği patikaya bakarsanız, TÜİK verilerinden hareketle; imalat sanayinin milli gelir içindeki payı da düştü, sanayide istihdam edilen çalışanların toplam tarım dışı istihdam içindeki payı da düştü. Yani Türkiye bir sanayisizleşme yaşadı. Sorunuzun ilk yanıtı, bu sanayisizleşme olgusunun önüne geçmekti. Korkarım bunu farkedemedik. Ancak 1970’lerde farkedilmişti. Özellikle Üçüncü Beş Yıllık Planlama, Dördüncü Beş Yıllık Plan dönemi, 1979-1983 dönemine denk geldi.
Devlet, 1930 koşullarında; Türkiye’de eksik olan kumaş, ayakkabı, giyim, kuşam, ara malı, kimya, gübre, demir-çelik bunlar eksikse devlet oraya gider yatırım yapar. Koşullar değişir, özel sektör palazlanır, bu alanlara girmeye başlar, devlet o alanları bırakır. Şimdi mesela, çok daha önemli, ileri teknolojili, yüksek katma değerli sektörleri; yenilenebilir enerji, güneş, rüzgar, jeotermal… Bütün dünyada enerjiye bağımlılığı azaltacak, yerli ulusal kaynakları harekete geçirecek ve yenilenebilir nitelikte enerji türlerine yatırım dalgası var. Türkiye hem rüzgar, hem güneş bakımından son derece elverişli koşullarda, çok önemli potansiyele sahip bir ülke.
Dünyada Sanayi 4.0 tartışılırken, hatta Japonya da artık "Sanayi 5.0’ı tahayyül etmeye başlıyoruz.” derken, Türkiye, ithal ederek ve dış borçlanmayla kazandığı sıcak parayla, döviz girişleriyle ithalat yaparak kendi yerli sanayini, yerli ara malı bağlantılarını tahrip etti. Ara malı ithalatı, en tahripkar ithalat biçimi. Özellikle KOBİ’ler ve büyük sanayi arasındaki bağlantıları tahrip ediyor.
İhracatın teşvikinin, yapay yollardan değil, döviz kurunun özendirilmesi, rekabetçi tutulması, korumacılık değil ama piyasanın sinyallerine bağlı olarak döviz girişlerinin doğrudan yabancı yatırımlar, teknoloji transferi, istihdam yaratıcı yeni yatırımlar olarak kurgulanması gerekiyordu. Bunun dünyada çok çeşitli örnekleri var. Bu tip politikalar ve kurumlar ülkeden ülkeye, o ülkelerin yerel koşullarına bağlı olarak özellikler gösteriyor.
“SANAYİLEŞMEYİ ULUSAL ONUR MESELESİ YAPTILAR”
Güney Kore’nin, 1970’ler ve 1980’lerde uyguladığı kalkınma süreçlerinde halkın da sahip çıkmasıyla bir devlet politikası var. O yıllarda Türkiye’de örneğin Ağır Sanayi Hamlesi başlatılmış. Şu an Güney Kore dünyaya markalarını ihraç ediyor. Burada temel başarı faktörü ne olabilir?
Bu, siyasi kararlılık ve toplumsal mutabakat. Toplumsal olarak Asya ülkelerinin otoriteye bağlılık ve otoritenin de refah artırıcı ilkelere sadık kalma gibi bir kültürleri var. Vietnam’da, Çin’de, Güney Kore’de, Malezya’da, Tayland’da özellikle bu oldu. Belki yıllardır İngiliz emperyalizmine, Amerikan emperyalizmine, Avrupa emperyalizmine karşı çıkmışlar. Asyalılık kültürlerini harekete geçirmişler, tarihsel neden bu olabilir.
Bunun ötesinde kümelenme diyoruz. Yüksek tasarruf ve yüksek yatırım yapma bilinci bu ülkelerde çok yer etmiş durumda. İsraf, tüketim yerine, tasarruf ve yatırım. İleriki nesillere daha güçlü bir ülke bırakmak. Bu bilinç çok yaygın. Ama bu kendi başına yeterli olacak bir olgu değil. Siyasi otorite de sanayileşmeyi bir ulusal onur meselesi yapıp, sanayileşmenin hem uluslararası teknoloji anlamında kullanımı, hem de yerel kaynakları bununla adaptasyonu anlamında çok özgün bir model oluşturmuşlar.
Üniversite, sanayi ve teknoloji iş birliği özendirilmiş. İthal teknoloji yerine önceleri belki tersine mühendislik gibi tasarımlar ile ilk baştaki yüksek maliyetleri devlet üstlenmiş. Sabit maliyetlerin devlet önünü açmış ama aynı zamanda da denetleyicilik rolünü yapmış. Sıkı denetim, net hedefler, odaklanılmış bir sanayileşme patikası ve devlet ile özel sektörün kesinlikle bir iş birliği kültürü içinde.
Bu tamamlayıcılık ilişkisi, Koreliler yaptı biz de yapabiliriz. Aynı kurumları buraya alalım, monte edelimle olmuyor. Bunun özgün, kendi koşullarımıza göre ve kendi ulusal kaynaklarımıza göre çizilmesi gerekiyor.
Belki yerli otomobil markamız yok ama Türkiye, örneğin gıda sektöründe çok önemli bir endüstriyel güç haline gelebilirdi. Bunun yanında yüksek teknolojili, inovasyona dayalı ürünler, sağlık ürünleri, protez, ortez, engellilerin sıkıntısını bertaraf edecek bir dizi medikal ürün. Bunlar çok önemli sanayiler. Savunma sanayii kuşkusuz.
Şöyle bir parantez açalım; insanlık tarihine bakarsanız, aslında çok önemli dayanıklı tüketim malları teknolojisinin öncülü hep savunma ve silah sanayi olmuştur. Örneğin denizaltı radara yakalanmadan sessiz çalışma prensibi dönüp dolaşıp buzdolabı, çamaşır makinesi, sessiz makine, motora adapte olmuştur.
“TESADÜF DEĞİL; SABIR, DENEME, YANILMA”
KOBİ’lerin kümelenmesi sektör planlanmasına katkı sağlar mı?
Doğrudur. Sektör planlamasını sadece sektörel anlamda değil bir coğrafi planlama olarak da düşünmemiz lazım. Biz Kocaeli, Eskişehir, Bursa, İstanbul şimdi Tekirdağ üzerine doğru giden bir hatta bütün sanayimizi yığmış durumdayız. İkinci hatta üçüncü bu tür kümelenme merkezi kurmak durumundayız.
Ülke sathına yaygınlaşan sanayi mi diyorsunuz?
Kuşkusuz. Elbette 7 coğrafi bölgemizin 7’sinde de aynı sahnelerin replika edilmesi değil ama özelliklerine göre. Örneğin doğuda hayvancılık, tarım ve güneş üzerinden, yenilenebilir enerji üzerinden bir kurgu kurulabilirdi. İzmir, Antalya bölgelerinde deniz ticareti üzerinden bir kurgu yapılabilirdi. Ankara’da savunma sanayii kümelendi. Ankara’nın yanına bir Kayseri, Afyon bu bölgelerde bir mükemmelliyet merkezi oluşturulabilirdi.
Bunlar tarihe baktığınız vakit rastgele bir tesadüfler zinciri olarak oluşmuyor; sabır, deneme, yanılma. Üniversite-sanayi iş birliği kavramında sanayici, “Ben üniversiteye fon aktarayım, üniversitede hocalar bir buluş yapsınlar, ertesi gün o patent alsın bir ertesi günde karlı bir ürüne dönüşsün.” diyor. Kısa vadeli bakılıyor. Yatırım ve eğitim, hem uzun soluklu, getirisi çok yüksek, fakat zaman alan ve hatalarla yeniden öğrenmelerle yoğrulmuş bir olgu. Gelişmiş ülkelerin tarihi de böyle.
ARA ELEMAN EN ÖNEMLİ OLGU
Günümüz koşullarında KOBİ’ler nasıl pozisyon almalılar? KOBİ’lerin tasarım ve Ar-Ge’de gelişebilmesi için nasıl bir ekonomi ve teknoloji politikasına ihtiyaç var?
Buradaki çok önemli eksiklerimizden bir tanesi, aslında işveren kesimince de çok dile getiriliyor; ara eleman, usta başı, çıraklıktan ustalığa yetişecek meslek yüksek okullarımız, o bant eksik. Örneğin Amerkia’da bir ‘Liberal Arts Koleji’ sistemi var. Bir meslek yüksek okulu, çıraklık okulu sistemi var. Liseden sonra herkes koştura koştura üniversiteye gidip, üniversite mezunu olup yetişmiyor. Üniversitenin başka bir işlevi, meslek okullarının başka bir işlevi var. Marangozluk, torna, ağır makine kullanma, tezgahtarlık… Bunlar hem bilgisayar destekli, hem çağdaş teknolojiyle sürekli olarak işe adapte olan ara insanlar. KOBİ’lerin elindeki üretim tecrübesini piyasaya aktaracak elemanlar yetiştiremiyoruz.
KOBİ’ler çoğu zaman kurumsallaşma sıkıntısı yaşıyor. Finansman kıtlığı altında, kredi koşulları ne kadar cazip hale getirilse de nihayetinde kurumsallaşmamış bir mekanizma piyasanın git gellerine göre savruluyor. Türkiye de dünya ekonomisinin bu giriş ve çıkışlarını en şiddetli etkilenen ülkelerden bir tanesi. Her bir döviz hareketlenmesinde, her enflasyonda ilk başta küçük boy işletmeler etkileniyor.
Buradaki çok önemli olgulardan biri kümelenme ve beraber çalışma. Entegre sistemin bir parçası olarak bunların uzmanlaşmaya gitmesi gerekiyor. Fakat bu aynı zamanda esnek bir uzmanlaşma biçimi olmalı. Örneğin gıda sektörüne çalışıyorsanız buradaki yepyeni ürünler, yeni pazarlar, teknikler. Bunların içinde sinyallere göre adapte olma becerisini geliştirmemiz lazım. Ara elemana şiddetle ihtiyaç var.
Güney Kore mucizesinde, siyasi irade, tasarruf ve yatırım kültürü, hedefe odaklanma gibi unsurların yanında vasıflı eğitilmiş iş gücünün de çok büyük bir payı var. Rastgele bir eğitim değil; yabancı dil, internet okur-yazarlığı, finansal okur-yazarlığı mutlaka gerektiriyor.