Adres :
100. Yıl Bulvarı No:101/A, 06374 OSTİM/Ankara-TÜRKİYE Telefon : 0 312 385 50 90 Faks : 0312 354 58 98 E-Posta : korhan@ostim.org.tr

Ülke Kalkınmasında Riskler Adil Paylaşılmalı

Üretimden kaçışın nedenleri ve çözüm önerileri 1
Ostim Editör
12 Şubat 2015 14:38

İnşaat ve bankacılık gibi sektörlerin karşısında sanayi ve tarım kesimi “üretim” yaparak ayakta kalmaya çalışıyor. “Sanayide ve tarımda risk en yüksekte. Ama bankalarda risk yok denecek kadar az, kazançlar oraya gidiyor.” tespitini yapan Prof. Dr. Sedat Çelikdoğan, üretim ve ihracatın canlanması için “yüksek kur düşük faiz” politikasına ihtiyaç olduğunu kaydetti.

Risklerin paylaşılması gerektiğine işaret eden, Merkez Bankası politikasında reforma ihtiyaç olduğunu belirten Çelikdoğan, “Türkiye’nin finans kesiminin toplam karı, üretimin tamamının karının üzerinde. Burada büyük bir haksızlık var. Onun için biz bunun içerisinden çıkamıyoruz. Sanayiden kaçışın sebebi bu.” dedi.

Sanayi ve tarım üretiminde ülke olarak ne durumdayız?
Şu anda istatistikler Türkiye’de üretimden kaçış olduğunu gösteriyor. Bu istatistikler, ülkenin milli geliri içerisinde, üretimin payının yüzde 24’den, yüzde 17’lere düştüğünü gösteriyor. Bu, fevkalade önem arz eden bir durum. Bir ülkenin gücü, üretimiyle paraleldir. Üretiminiz varsa güçlüsünüzdür. Üretiminiz ne kadar güçlü ve dünya markası şeklinde ihracatınız var ise çok güçlüsünüz, o zaman bağımsızsınız. Üretim gücünüz var ama ihracatçı değilsiniz, yine bir şey ifade etmiyor. Demek ki siz, dünya piyasalarında istenilen kalite veya fiyata erişememişsiniz.

Buraya nereden geldik? İstatistiklerdeki rakamı biz zaten yaşıyoruz. Mesela OSTİM’deki işletmelerle görüşüyoruz. Yüzde 90’ı, “Ben bu işten memnun değilim.’’ diyor. Sebebini sorduğumuzda; “Borcumuz hiç aşağı inmiyor. Devamlı bankalara borçluyuz.” şikayetini duyuyoruz.

Tarımdan da kaçış var, köyler boşalıyor. Bir aile düşünün; köyde, tarımla geçiniyor fakat çocukları, ondan sonraki nesiller bu işi yapmıyor. Tarımdaki üretici para kazanamıyor. Hatta bir kısmı, eğer kredi kullandıysa veya su borcu varsa, bunları da ödeyemediği için tarlalar da elinden gidiyor. Bu çok sık görülüyor. Sanayici, “Bugünkü aklım olsaydı, bu tesisi kurmazdım. Bana para verseler hemen satarım.’’ Tarımdakiler de, “Bizim tarladaki ürünümüz 10 kuruş, ama son kullanıcıya geçtiğinde 100 kuruş.” serzenişinde. Böyle bir durumda, bu insanlar para kazanamayınca buradan kaçmak istiyor.

“FİNANS SİSTEMİ ÜRETİMDEN DAHA FAZLA KAR EDİYOR
Nereye yöneliyorlar peki?
Türkiye’de bir kesim var, çok para kazanıyor. Bunlardan biri bankalar, finans kuruluşları. Karları krizlere rağmen inanılmaz boyutlarda. Eğer Türkiye ekonomisi biraz daha iyi bir performansa sahip olsa, dünya genelinde ekonomide artış olan bir zamanlamaya denk gelmiş olsa, söz konusu kesimin karı daha da artacak. Türkiye’nin en küçük bankasının dahi milyar TL karı var. Büyükler çok daha fazla açıklıyor. Kanaatim odur ki bankacılık sisteminden elde edilen rakamlar, Türkiye’nin üretimden gelen katma değerindeki kardan çok yüksek. Zaten üretimdekilerde kar yok. Çünkü devamlı “Bankalara ömür boyu borçluyum.” ifadelerini işitiyoruz.

Zarar edilen iş neden sürdürülsün?
İki sebepten dolayı mecbur. Kapattığı anda borçları hiç ödeyemeyecek. Teminatları yanacak. Hızlı bir çöküş olacak. Bir de personel azaltıp, küçüldüğü vakit de kıdem tazminatları çıkıyor karşısına. Kıdem tazminatlarını ödemeye kalktığında zaten batıyor. Kenarda parası varsa bir şey demiyorum. Bankası olmayan büyük bir sanayi düşünün. Bir kriz çıktığı anda satış olmayınca, istihdamı düşürmek zorunda. Bu durumda kıdem tazminatlarının ödenmesi gerekiyor. Kıdem tazminatlarını limitleri müsaitse tekrar borçlanarak ödüyor veya ödeyemezse işçilerin baskısı ile karşılaşıyor. Netice tesisin satışına kadar gidiyor. Çaresi yok. Pancar Motor böyle sona erdi; krediyi ödeyemediği için bütün malı, mülkü, arsasıyla beraber gitti. Sanayicimizin yüzde 90’ı böyle. Burada haksız bir risk paylaşımı var.

Tarımdaki durum da farklı değil. Ürünü zamanında alıyor ama düşük fiyattan satıyor. Hava şartları dolayısıyla kötü bir sezon yaşarlarsa hiçbir şeyin masrafını alamıyor. Borçlu kalıyor; su parası, elektrik parası, gübresi ile üstlendiği riske karşılık kazancı çok az.

Gelişmiş ülkelerde tarımda çalışan nüfus yüzde 5, yüzde 7. Sanayide ise çok fazla; yüzde 25, yüzde 30. Bazılarında gelişmişlik düzeyine göre daha da fazla. Gerisi de hizmet sektörü; sanayinin ürünü varsa bu hizmetleri yaparsınız. Servis, nakliye, temizlik; sanayi hizmetleri genellikle. Otobüsün, tramvayın yoksa neyin servisini yapacaksın? Onu yapmıyorsan, dışarıdan alıyorsan zaten kaybediyorsun piyasada. Bu itibarla Türkiye’nin sanayide güçlü hale gelmesi lazım. Bir zamanlar diyorlardı ki, “Oradan al, oraya sat.” Nereden alacaksın, paran var mı? Kime satacaksın, alan var mı? Ülkenin alım gücü varsa bunları yaparsınız. Sanayide ve tarımda risk en yüksekte. Ama bankalarda risk yok denecek kadar az, kazançlar oraya gidiyor.

Nedir bu riskler?
Bankalar ayrıca kredi veriyor, bunu sözleşmeye bağlıyor, bazen kefalet alıyor, sonra teminat alıyor, ipotek koyuyor. Bir sene evvel bankaların tahsil edemediği alacakları ne kadardı? Yüzde 3, yüzde 4. Onu zaten faiz oranıyla kurtarıyor. Yine sana yüklüyor, sıfır risk. Bunun dışında, faizler de yüksek. Dolayısıyla riskin adil paylaşımı yok; bu tamamen üreticilerin omuzlarına yükleniyor.

En küçük bankalar bile milyar TL’ye yakın kar ediyor. Türkiye’nin finans kesiminin toplam karı, üretimin tamamının karının üzerinde. KDV’leri, vergileri söylemiyorum, karını söylüyorum. Burada büyük bir haksızlık var. Onun için biz bunun içerisinden çıkamıyoruz. Sanayiden kaçışın sebebi bu. O halde ülkenin kalkınmasında, risklerin paylaşılması gerekiyor.

“ÜRETİMDEN KAÇMAK BİR ÜLKENİN YIKIMIDIR”
Bir çok ülke üretim ve istihdam için çırpınırken, biz ise bütün yükleri sanayideki, tarımdaki üretimimizin üstüne yıkmışız seyrediyoruz. Bununla kalkınmayı ileri götüremeyiz. İstatistiklere düştüğü için bunları tekrarlıyorum. Karşı değiliz ama sadece inşaat ve enerji sektörüne ağırlık vermekle bunu başaramazsınız.

Türkiye’deki aşırı inşaat, sermayenin bu yöne doğru kaymasına yol açıyor. Bütün riskler sanayide de onun için. İnşaat sektöründe imar rantı var; “yap-sat” yapıyor, hesabı-kitabı belli, temelde satabiliyor. İşi yapıp bitirince parası ve karı belli. Sanayi cephesinde durum öyle değil. Çok uzun soluklu, bütün sermayeni yatırıyorsun; fabrika arsasına onay almaya çalışıyorsun, makine teçhizat yatırımlarını yapıyorsun, işletme sermayesini ekliyorsun, brüt işci maliyetlerini her ay karşılıyorsun, kriz zamanlarında küçülmek için ödenmek zorunda kalınan kıdem tazminatlarıyla karşı karşıyasın ve bugüne kadar uygulanan düşük kur yüksek faiz uygulaması belini büküyor. Dolayısıyla yatırımlardaki sermayeleri üretime aktaramazsak gelişmiş ve güçlü bir ülke olmamız mümkün değildir.

Gelişmiş ülkelerin uygulamaları ve politikalarında istihdam öncelikle dikkate alınıyor. Çünkü uzun süreli işsizlik, ülkeyi istikrarsızlığa sürükler. O halde bunun tedbirlerini almamız lazım. Üretimden kaçmak bir ülkenin yıkımıdır.

“YÜKSEK KUR DÜŞÜK FAİZ MAKASI KAPATIR”
Cumhurbaşkanımız faiz oranlarını eleştirmişti.
Hükümetin ilk yıllarında uygulanan “düşük kur, yüksek faiz” anlayışı ihracatçıyı etkiledi. Kur düşük olunca malım pahalı oluyor satamıyorum; buna mukabil, ithal mallarının da fiyatı ucuzluyor. İthalat cazip hale geliyor. Ayrıca faiz yüksek olunca da maliyetler artıyor; kar etmek mümkün değil. Siz yüzde 15 faiz öderseniz, karı da yüzde 30 koyunca gerisi masraf. Bir bakıyorsunuz başa başsınız… Bunlar yaşanan gerçekler, ödüyorsun ama bitmiyor; ömür boyu bankalara çalışıyorsun. Zaten teklediğin vakit de üstüne geliyorlar.

Riskler birbirlerinin üzerinde yığılı. Buna mukabil finans sektöründe risk yok denecek kadar az ve paralar oraya gidiyor. RİSKLER PAYLAŞILMALI VE KAR, RİSKLE ORANTILI OLMALI. Bu noktada bir haksızlık var, bu da hükümet tedbirleriyle önlenebilir. Tedbirlerden biri: Merkez Bankası’nın politikası değiştirilmeli, reform şart.

Merkez Bankası politikasında ana hatlarıyla şu yöne gidilmesi gerekiyor: “YÜKSEK KUR, DÜŞÜK FAİZ”. Yüksek kur ile paramın değerini düşürüyorum, malım ucuzlayarak yurtdışı için cazip oluyor. Buna karşılık ithal ürünler kur yüksek olduğunda pahalı oluyor. Makas bu şekilde yerli üreticinin lehine kapanıyor, ihracatımı artırabiliyorum ve ithalat azalıyor… Düşük faizse maliyetlerimi düşürüyor. Bunun yanında düşük faiz uygulamasıyla maliyetlerim azalıyor, yatırım için imkan doğuyor. Cumhurbaşkanımızın söylemleri de bu manada doğru destekliyoruz.

Merkez Bankası’nın şu andaki statüsü fiyat istikrarı. Kim istiyor fiyat istikrarını? Bunun arkasında duranlar; para babaları, faizciler. Hiç riskleri yok, faizini de koymuş ama bir şey daha istiyor: “Sakın ha benim paramın değerini düşürme! Faizimi, gelirlerimi aynen almak istiyorum.” diyor. Ülkenin ihtiyacı bu değil. Çünkü Türkiye’deki bütün ekonomik krizler darbelere sebep oldu. Hükümetleri düşürdü, koalisyonları bozdu, erken seçimlere yol açtı. AK Parti Hükümeti’nin istikrarı bunları engelledi.

Tüm bunların kaynağı, dış ticaret açığıdır… Merkez Bankası’nın bir numaralı meselesinin dış ticaret açığı olması lazım. İstikrar ve bağımsızlığımız da buradan geliyor. Bu neyi işaret ediyor? Üretimi… Bir müddet yani katma değeri yüksek ürün satışlarında ihracatınız, dış ticaret açığını kapatana kadar yüksek kur, düşük faiz olması gerekiyor. Bir diğer faktör istihdama bakacaksınız. İstihdamda gerileme varsa buna göre tedbir alacaksınız… Özetle; birinci öncelik dış ticaret açığı, ikincisi istihdam, üçüncüsü fiyat istikrarı olmalıdır.

Bazı ülkeler özellikle enflasyon yapmak istiyor, büyüme için. Japonya 1970’lerde dünya piyasalarına çıkmaya başladı. 1976’da 1 dolar 330 yen idi. 2014’ün başında 1 dolar, 72 yen idi. Otomotiv sanayini söylüyorum; batı arabalarının yarı fiyatına olduğu için dünyaya satabildi. 72 yen olduğunda, Japonya’nın otomotiv ve bütün sanayisi krize girdi. Yüzde 63 develüasyon yaptı. Bugün 1 dolar, 118 yen. 5 yıl evvel Amerika develüasyona gitti. Çin, bütün baskılara rağmen parasının değerini artırmıyor. Ülkesinin para birimini çok düşük tuttuğu için oradan mallar yarı fiyatına geliyor. Parasının değerini artırdığında satışları en az yüzde 25 düşecek. Çin de zenginleştikçe, Japonya örneğindeki benzeri olayları yaşayacak.

Şu anda Avrupa, euro dolar paritesini 1,35’den 1,12 civarına düşürdü, bunun devam edeceği tahmin ediliyor. Japonya’nın develüasyon yaptığını kimse söylemiyor. Çünkü susturuyorlar. Onlar, “Eğer develüasyon yaparsak ithalatımız da o kadar artıyor. Bir şey getirmez.” diyordu. Doğru değil. Dış ticaret açığımız azalmaya başladı. İhracatımız artıyor. Petrol fiyatının düşmesi, dış ticaret açığına çok müspet tesir ediyor.

İçeriğe Yorum Yapabilirsiniz.